Tweet |
DOÇ. DR. OKAN TOYGAR
İstanbul Tabip Odası Temsilciler Kurulu Üyesi
“Tanrının oğlunun insan kılığına girişinin 1348. yılında İtalya’nın ünlü kentlerinin en soylusu Floransa’da ölüm saçan bir veba salgını baş gösterdi. İster yıldızların etkisiyle ortaya çıkmış olsun, ister insanların işledikleri suçlar nedeniyle Tanrı tarafından gönderilmiş olsun, birkaç yıl önce doğu ülkelerinde görülmüş olan veba, çok sayıda can kaybına yol açmıştı. Daha sonra durmadan yayılarak Batı'ya ulaştı. Koruyucu önlemler etkisiz kaldı… Sağlık önlemleri arttırıldı. Ayinlerde bir kez değil, belki bin kez aman dilendi. Sofular Tanrı’ya yakardılar. Hiçbiri işe yaramadı… Salgının başladığı Mart ayı ile Temmuz sonu arasında, Floransa şehrinde ölenler yüz bini buldu.”
İtalya’da doğan Rönesans hareketinin, Dante ve Petrarca ile birlikte üç büyük öncüsünden biri olan Giovanni Boccaccio (1313-1375) bundan yaklaşık 700 yıl önce bir bulaşıcı hastalığın toplum üzerindeki ölümcül etkilerini dünya edebiyatının ilk öykü kitabı sayılan “Decameron” isimli eserinin önsözünde böyle anlatmış (Oğlak Yayınları, 2018). “Kara Ölüm” adı verilen bu salgın 100 milyondan fazla insanın ölümüne neden olarak o dönemde Avrupa’nın ekonomik, siyasal ve kültürel durumunu tamamen değiştirmişti. Toplu ölümler sonucu ortaya çıkan iş gücü kaybı toprak sahiplerinin zorunlu olarak ücretli işçi sistemine geçmesine neden olmuştu. Böylece feodalizm biterken, kapitalizmin alt yapısı oluşmaya başlamıştı.
Bu veba salgınından günümüze insanlığı derinden etkileyen çok sayıda salgın yaşanmış. Bunlar arasında belki de en korkuncu Birinci Dünya Savaşı sonlarında ABD’den Avrupa’ya savaşmaya gönderilen askerlerin getirdiği H1N1 virüsünün yol açtığı grip salgınıydı. ABD’den gelmiş olmasına karşın bu salgın hastalığa Amerikan Gribi değil İspanyol Gribi ismi verildi. Çünkü tüm dünya, bu salgını o dönemde savaşa girmediği için sansür uygulanmayan İspanyol basınından öğrenmişti. 1918-1920 yılları arasında dünyayı kasıp kavuran bu salgın 18 ay içinde 50 milyonun üzerinde insanın ölümüne neden olmuştu. Bu rakam vahşete, kıyıma ve unutulmaz acılara neden olan Birinci Dünya Savaşı’nda ölen toplam insan sayısının neredeyse üç katıydı. Savaşın sona ermesinde de İspanyol Gribi’nin azımsanamayacak derecede etkisi olmuştu. Salgın sonrası en azından bulaşıcı hastalıklar için “öjeni”, yani “soy arıtımı” kuramının doğru olmadığı, yani bulaşıcı hastalıkların sadece alt sınıfları ve “geri ırkları” değil herkesi etkileyebileceği anlaşılmıştı. Savaştan daha yıkıcı sonuçlara neden olan bu salgın bir gerçeğin daha ortaya çıkmasını sağlamıştı. Devletler ve sistemler her ne olursa olsun halkın nitelikli sağlık hizmetine kavuşmasının önündeki engelleri kaldırmalıydılar. 1920’lerde birçok ülkede bu yönde önemli çalışmalar yapıldı. Genç Türkiye Cumhuriyeti’nde dahi 1924 yılında herkese eşit ve ücretsiz sağlık hizmeti sunan dispanserler açılmış, sıtma, trahom, frengi ve tüberküloz gibi hastalıklarla mücadelede başarılı sonuçlar alınmıştı. Sonrasında ise dünyaya egemen olan liberal ekonominin etkisiyle sağlık sektörü birçok ülkede olduğu gibi bizde de sermayenin kâr alanına dönüştürüldü.
NEDEN ÖNLENEMİYOR?
İnsanoğlu çoğu zaman geçmişte yaşanan trajedilerin tekrar etmeyeceğini, tekrar etse bile kendisini etkilemeyeceğini düşünür. Geçtiğimiz aralık ayında Çin’de başlayan yeni tip koronavirüs salgınının tüm dünyaya yayılacağını, Avrupa’da ve ABD’de binlerce ölüme neden olacağını iki ay öncesine kadar Türkiye dâhil pek çok devletin öngöremediğini, hatta onu küçümsediğini gördük. Çünkü artık tıp teknolojisi ilerlemiş, tanı ve tedavi olanakları çok gelişmiş, adım başı beş yıldızlı otelleri aratmayan hastaneler açılmıştı. Yapay zekâ, robotik cerrahi gibi inanılması güç olanaklar elimizin altındaydı. Kısacası nasılsa bir çözümü bulunurdu bu salgının. Ama öyle olmadı. Kapitalist dünyanın ve Türkiye’nin bu salgın karşısında tam bir çaresizlik içinde olduğu görüldü. Ölümler engellenemedi. Her şeye gücü yeten ABD’de bile salgının hızla yayılmasının önüne geçilemedi. Peki neden?
SAĞLIK ALINIP SATILIYOR
Nedenlerden en önemlisi insanların ve devletlerin asla tarihten ders almamaları ve ondan çıkan sonuçlara göre hareket etmemeleri. İngiliz yazar Aldous Huxley “insanlığın, tarihin derslerinden öğrenememesi, tarihin dersleri içinde en önemlisidir” diyor. Geçmişte yaşanan derin acılara rağmen Türkiye’nin de içinde olduğu kapitalist dünyanın hala sağlığa yeterli kaynak aktarmaması, sağlık hizmetini özelleştirmesi ve koruyucu sağlık hizmetlerine öncelik vermemesi bizim de tarihten payımıza düşeni almadığımızı, ondan dersler çıkarmadığımızı gösteriyor. Günümüzde ne yazık ki sağlık alınıp satılan bir mal, hastaneler şirket, hastalar ise müşteri durumuna indirgenmiştir.
Ülkemizde ilk vakanın açıklandığı 11 Mart 2020’den, bugüne kadar geçirdiğimiz sancılı döneme baktığımızda, AKP’nin 2003’te yürürlüğe koyduğu “Sağlıkta Dönüşüm Programının” halkın sağlığını korumada ne kadar yetersiz kaldığını görebiliriz. Bu program ile başta bulaşıcı hastalıkların önlenmesi olmak üzere tüm halk sağlığı çalışmalarını yapması beklenen sağlık ocakları, devlet hastaneleri ve üniversiteler kazanç sağlamak için yapılandırıldığından, kâr getirmeyen koruyucu sağlık hizmetinde yetersizlikler ortaya çıkmıştır. Ayrıca devletin sağlık alanındaki kamusal sorumluluğu büyük ölçüde ve denetimsiz olarak özel hastanelere bırakılmış, bu şekilde sağlık örgütü parçalanmıştır. Bulaşıcı hastalıklarla başa çıkılmasında doğru ve hızlı kararlar alınması yaşamsal önemdedir. Bu kararları ise iyi organize olamamış, bir salgın hastalık planı dahi olmayan, bütünlüğü bozulmuş bir sağlık örgütünün alması mümkün değildir. Bugün ABD, İtalya ve İspanya’nın, bizde olduğu gibi bu salgın karşısında çaresiz ve umutsuz bir görüntü vermesinin nedeni de budur.
Diğer yandan sağlığı bir ticaret olarak değil, temel bir hak olarak gören, koruyucu ve tedavi edici sağlık hizmetine verdiği önemle bugün dünyada saygınlığı olan sosyalist Küba, hastalığın ülkesinde yayılmasını önlediği gibi salgının yoğun yaşandığı diğer ülkelere doktor ve malzeme gönderiyor. Neredeyse tüm dünya, aşı ve ilaç çalışmalarına yoğunlaşmış olan Küba’dan gelecek sevindirici bir habere umut bağlamış gibi duruyor. Küba’da bunlar olurken, bizde daha ilk günlerde sahte dezenfektan ve maske üreten fırsatçıların ortaya çıktığını, devletine güvenmeyen halkın besin ve temizlik malzemelerini stoklamak için rafları boşalttığını ve bazı işyerlerinde emekçilerin işten çıkarıldığını ya da ücretsiz izin kullanmaya zorlandığını gördük. Devam eden günlerde ise önlemlerin zamanında alınmadığına, İstanbul gibi salgının yoğun yaşandığı bir kentte sadece hafta sonu karantinası ile yetinildiğine, 10 Nisan gecesinde olduğu gibi büyük yanlışlıklar yapıldığına tanık olduk. Zaten her gün kaygıyla izlediğimiz toplam vaka ve ölüm sayıları da ne yazık ki bugüne kadar salgın sürecinin hükümet tarafından iyi yönetilemediğini gösteriyor.
Türk Tabipleri Birliği neredeyse 40 yıldır bu ülkeyi yönetenlere, kamucu sağlık politikasının temel insan hakkı olduğu gerçeğini anlatmaya çalışıyor. Üzülerek belirtmek gerekirse kapitalizmin, yani sermayenin hizmetinde olan siyasetçilerin yıllardır anlamadıkları bu gerçeği, 0,125 mikron çapındaki bir virüs kısa bir sürede gözler önüne serdi.
Umarım, “Kara Ölüm” nasıl feodalizmi bitirip, kapitalizmin tohumlarını atmışsa, “İspanyol Gribi” nasıl Birinci Dünya Savaşı’nın sona ermesinde etkili olmuşsa, aylardır tüm dünyayı etkisi altına almış olan bu salgın da kapitalizmin temel taşları ile oynayıp, sosyal devletten, insandan ve eşitlikten yana yeni bir dünya düzenin tohumlarını atar ve insanoğlu bir daha böyle acı günler yaşamaz.
Birgün